..::: İÇERİKLER :::..

Devekuşları niçin başlarını kuma gömerler?

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Bu inanç ve görüşün nereden kaynaklandığı bilinmiyor. Güya devekuşu başını kuma gömünce düşmanlarını ve gelecek tehlikeyi görmez, onun için de rahatlarmış. Güney Afrika'da 80 sene boyunca yapılan gözlemlerde böyle bir olay görülmemiştir. Hiçbir devekuşu kafasını kuma gömmeye teşebbüs etmemiştir. Zaten bunu yaparlarsa boğulacakları da kesin.
Her ne kadar beyinleri gözlerinden küçük olsa da, kuş dünyasının en akıllılarından olmasalar da, devekuşları kendilerini gizlemek için başlarını kuma gömecek kadar da aptal değillerdir. Bu görüntünün asıl nedeni devekuşu yavrularının yırtıcı hayvanlarım saldırılarına karşı açık ve korumasız olmalarıdır. Onlar yetişkin devekuşları gibi hızlı koşup kaçamazlar. Bir tehlikeyi sezdiklerinde aniden kendilerini bulundukları yere bırakarak, hareketsiz kalıp çevreye uyum sağlayarak düşmanlarının dikkatlerinden kaçtıklarını ümit ederler.
Anne devekuşları bazen bütün vücutlarını, kanallarını da açarak toprak üzerine yatırırlar ve yavrularını güneşin kavurucu etkisinden korumaya çalışırlar. Ayrıca devekuşlarının dinlenirken boyun kaslarını rahatlatmak için veya çok sık olmasa da uyurken bazen bu pozisyonu aldıkları biliniyor. Hatta bir görüşe göre, bu pozisyonda kafalarını yere dayayıp düşmanlarının ayak seslerini dinledikleri de ileri sürülüyor.
Daha yumurtadan çıkar çıkmaz erişkin bir tavuk büyüklüğünde olan devekuşu yavrularının uzun boyunları genellikle bej rengindedir ve üzerlerinde siyah çizgiler vardır. Bu renklerle ot renkleri ve gölgeleri karışarak iyi bir kamuflaj imkanı sağlar. Bu durumda otların aralarına başlarını soktuklarında vücutları görünürken boyun ve baş kısımları görülmez. Görülmeyen başın kuma gömülmüş gibi insanlar tarafından algılanmasının nedenlerinden biri de bu olabilir.
Bu tip uçamayan büyük kuşların başlarını kuma gömme gibi aptalca bir savunma sistemine zaten ihtiyaçları yoktur. İşitme ve görme duyuları son derecede iyidir. Boylarının da avantajı ile çevreyi çok iyi gözleyebilirler. Düşmanı diğer av adaylarından önce sezebilirler.
Üç metrelik boylarına ve 100 - 150 kilogramlık ağırlıklarına rağmen saatte 50 kilometre hızla koşabilirler. Köşeye sıkıştıklarında ise kolay teslim olmazlar. Çok seri ve kuvvetli tekme atabilirler, uzun boyunları sayesinde düşmanı yaklaştırmadan mücadele edebilirler.

Develerin hörgüçlerinde ne var?

Devenin ana yurdu Kuzey Amerika'dır. Tarih içinde oradan Güney Amerika ve Asya'ya yayılmış, Kuzey Amerika kıtasında ise zamanla yok olmuştur. Güney Amerika'daki lama, alpaka (bir cins koyun), guanako {lamanın irisi) gibi hayvanlar devenin akrabaları sayılabilirler.
Yaşadıkları kum fırtınalarına ve diğer olumsuz şartlara uyabilmek için iki sıra koruyucu kirpikleri ve tüylü kulak delikleri oluşmuş, burun deliklerini açıp kapayabilme, çok uzaktan görebilme ve koku alabilme yeteneklerine sahip olmuşlardır.
Develerin tek hörgüçlülerine Arap devesi, çift hörgüçlülerine ise Baktriane (Bactrian) devesi adı verilir. Baktriane Afganistan'ın kuzeyinde bir yer olup bugün adı pek bilinmemesine rağmen çok çeşitli medeniyet ve kültürlere ev sahipliği yapmış, çok önemli tarihi geçmişi olan bir bölgedir.
Her iki cins deve de yük hayvanı olarak kullanılırlar. Çift hörgüçlü deve daha yavaştır (3-5 kilometre/saat) ama bir günde kervan içinde durmadan 50 kilometre yol gidebilir. Hörgücünün tepesine kadar olan yüksekliği 2 metre iken Arap devesinin sadece bacak yüksekliği neredeyse 2 metredir. Arap devesi 18 saat boyunca saatte 13-16 kilometre hızla yol alabilir. Develerin yük hayvanı olmalarının yanında etlerinden, sütlerinden, yünlerinden ve derilerinden de faydalanılır.
Genelde develerin hörgüçlerinde su olduğuna, bu sayede çöllerde uzun süreli yolculuklara bu kadar dayanıklı olduklarına inanılır ama gerçek bu değildir. Öyle olsaydı deve vücudundan su tükettikçe hörgücünün de bir balon gibi porsuyup inmesi gerekirdi.
Develerin hörgüçlerinde sadece yağ bulunur. Burası 30-35 kilogramlık bir yağ deposudur. Genellikle bir çok hayvan ilerde enerji kaynağı olarak kullanmak üzere vücudunda yağ depolar ama develer bunu hörgüçlerinde yaparlar. Yiyecek bulamadıkları zaman buradan faydalanırlar. Hörgücün bir ikinci işlevi de deveyi çölün kızgın güneşinden korumasıdır.
Develer zaten çölde suya az gereksinim duyarlar. 40 dereceyi bulan sıcaklıklarda iki haftaya yakın susuz kalabilirler. Burun mukozaları insana göre 100 kat daha büyüktür. Bu sayede nefes verirken havada bulunan nemin üçte ikisini geri kazanabilirler.
Bir devenin vücudundaki toplam suyun yüzde 22'sinin kaybı halinde karnı çekilir, kasları büzüşür ama bu, onun performansını çok etkilemez. Buna karşın bir insan vücudundaki suyun yüzde 5'ini kaybedince görme duyusunda azalma başlar, yüzde 12'sini kaybedince de ölebilir.
Develerin susuzluğa dayanıklı olmalarının nedeni su kayıplarının büyük bir kısmının dokularındaki sudan olması, kandaki suyun pek etkilenmemesidir. Ancak bütün bu özelliklere rağmen susuzluğa dayanma rekoru develerde değil, farelerdedir. Bu konuda zürafa da her ikisiyle yarışabilir.
Yeri gelmişken develerin bir başka özelliğine de değinelim, hayvanlar arasında sadece deve, kedi ve zürafa önce sağ taraftaki ön ve arka ayaklarını, sonra sol taraflakileri atarak yürürler. Yani sol - sağ seklinde değil sol - sol, sağ - sağ şeklinde. Hatta şiirdeki aruz vezninin ritminin Arap yarımadasındaki develerin bu yürüyüşlerindeki ritimden doğduğu bile rivayet edilir.

Diyet kola suda nasıl yüzebiliyor?

Tabii evinizdeki teneke kutu kolaları suya atıp, yüzme bilip bilmediklerini test etmek gibi bir merakınız yoksa bilemezsiniz. Suya atılan bir teneke kutu diyet kola batmaz ama aynı hacim ve ebattaki normal kola batar. Bunun doğruluğunu ABD'deki kola üreticilerinin yetkilileride onaylamışlardır. Peki diyet kola yüzmeyi nasıl öğrendi?
Her iki kolayı da suya koyduğunuzda (attığınızda değil) diyet kola yüzeye doğru çıkar ama, klasik kola da taş gibi dibe oturmaz. Yüzeye çıkayım mı, çıkmayayım mı dercesine salınır durur.
Üreticilerin bu durumu, diyet kolalarda kullanılan suni tatlandırıcıların yoğunluklarının şekere göre daha az olması ve bu nedenle de bir kutuda daha az miktarda kullanılmaları şeklinde izah ediyorlar. Gerçekten "aspartame" denilen tatlandırıcı, şekerden 2 yüz kez daha tatlıdır. Yani bir kolayı tatlandırmak için 10 çay kaşığı şeker koymanız gerekiyorsa, aynı tatlılığı bir çay kaşığının yirmide biri kadar suni tatlandırıcı katarak verebilirsiniz.
Aslında diyet kola ve kutunun yapıldığı alüminyumun yoğunlukları ayrı ayrı sudan fazladır ama kutunun içindeki hava ve gaz kabarcıkları, onun ortalama yoğunluğunu, suyun yoğunluğunun biraz altına indirir. Arşimet'e göre ortalama yoğunluğu sudan az olan her şey yüzebilir.
Bu arada biradan da bahsetmeden geçemeyeceğiz. Evinizdeki aynı hacimdeki teneke kutu biraları suya koyun, hepsinin farklı derinliklerde kaldıklarını göreceksiniz. Bunun nedeni suyun kaldırma gücünden ziyade tüketici yasalarıdır. Kutunun kenarında yazan hacim miktarı yasal olarak en az olanıdır. Doldurma sistemindeki hassasiyet pek iyi değilse, daha çok dolanlar daha ağır olabilirler.
Kutu biralar eğer üzerlerinde yasal minimum miktar kadar doldurulurlarsa, içlerindeki hava ve karbondioksit sayesinde yüzebilirler. Ancak üreticiler, yasadan çekilmeleri nedeni ile, biraları minimumdan değil de, biraz fazla doldurmayı tercih ettiklerinden kutuların çoğunluğu suda dibe gider.

Doktorlar niçin dizimize çekiçle vuruyorlar?

Canlılarda yaşama savaşı her zaman en hızlı tepkileri olan türlerin yararına sonuçlandığından, en basit organizmalarda bile haber alma organları (duyu organları), hareket organları (kaslar) ve bunlar arasındaki ilişkiyi sağlayan organlar, yani sinir sistemi gelişmiştir.
Vücudumuzun her yanı sinirlerle örtülü olduğu halde sinir hücrelerinin gövdeleri yalnızca beyinde ve omurilikte bulunur. Bütün vücuda dağılmış milyonlarca sinire karşılık beyinden ve omurilikten yalnızca 43 çift sinir çıkar. Bunlar merkezden ayrıldıkları sonra gitgide dallanarak vücudun her yanına dağılırlar.
Refleks bir uyarıya vücudun ani ve otomatik olarak cevap vermesidir. Örneğin elimiz sıcak bir tencereye değdiğinde aniden çekmemiz bir reflekstir. Reflekslerde komuta omuriliktedir. Beyne bilgi gidebilir ama refleks olayında beyin aktif olarak rol oynamaz.
Bir sandalyeye rahatça oturup bacak bacak üstüne atarken doktor dizkapağının hemen altına, kası kemiğe bağlayan tendona minik lastik bir çekiçle sertçe vurursa bacağınız ileri doğru fırlar. Bu reflekste de baldır kaslarındaki duyu sinirleri kasın genişlemesine tepki gösterirler ve yeni sinir sinyalleri oluşturarak kaslara hafif bir basınç uygulandığını ve gerildiklerini omuriliğe iletirler.
Omurilik ise bu basınca dayanabilmesi için kasların kasılması gerektiğini bildirir ve bacak tekrar geri hareket eder. Görüldüğü gibi refleks, beynin denetiminden geçmeksizin, yani beyin devrede olmadan, doğrudan omuriliğin komutlarıyla gerçekleşmiştir.
Diz kapağı refleksinin sınanması özellikle omuriliğin işleyişi konusunda bilgi veren önemli bir tanı yöntemidir. Bu alanda uzmanlaşmış bir doktor basit bir kaç testle sinir sisteminin işleyişine ve ne kadar sağlıklı olduğuna ilişkin pek çok bilgi edinebilir. Çekiçle vurulduğunda bacağın normalden fazla hareket etmesi tümörden kalsiyum eksikliğine kadar bir çok hastalığın habercisi olabilir.
Dize çekiçle vurularak yapılan kontrol tek başına tabii ki yeterli bilgi vermez. Doktorlar bir ön bilgi almak için bu çabuk ve kolay testi yaptıktan sonra vücut üzerinde diğer muayene ve kontrollerine devam ederler.

Dolunay davranışlarımızı etkiliyor mu?

Dolunay zamanı kültürel öğelerin de etkisiyle kurt adamlar, cinayetler, seri katiller ve uğursuzluklarla bağdaştırılır. Oysa yapılan bilimsel araştırmalar öyle gösteriyor ki popüler inanışın aksine dolunay zamanlarının davranışlar üzerinde herhangi bir özel etkisi bulunmuyor. Konu üzerine uzun yıllar araştırmalar yapmış Kanadalı psikolog Ivan Kelly, yapılan çalışmaların birbiriyle tutarlılık göstermediğini ve dolunayda davranışların değiştiğine yönelik sonuç veren her çalışmaya karşılık aksi tezi savunan bir diğerinin de mutlaka bulunduğunu söylüyor.

Çılgın Köpekler?

2000 yılında biri İngiltere, diğeriyse Avustralya Sydney'de yapılan iki farklı çalışma dolunay zamanında köpek saldırısına uğradığı şikâyetiyle hastaneye başvuran hasta sayılarıyla normal dönemlerdeki başvuruları karşılaştırmış. Simon Chapman tarafından yürütülen Avustralya'daki çalışma sonucunda köpek saldırıları ve dolunay zamanı arasında anlamlı bir ilişki bulunamazken, Chanchall Bhattacharjee ve araştırma grubu İngiltere'deki çalışmalarında dolunay zamanında köpek saldırılarının iki katına çıktığını gözlemlemişler.

Bu çelişkileri sonuçları değerlendiren Washington Üniversitesi'nden psikolog Eric Chudler, suç oranları, polis tutuklamaları ve intihar davranışlarında da dolunay zamanının anlamlı farklar yaratmadığına parmak basmış. Chudler, bilim tarafından desteklenmemesine rağmen insanların halen dolunay zamanındaki suçları ve trafik kazalarını dolunayın etkisine bağlamakta ısrar ettiklerine dikkat çekiyor.

Bilim tarafından desteklenmemesine rağmen insanlar halen dolunay zamanındaki suçları ve trafik kazalarını dolunayın etkisine bağlamakta ısrar ediyor.

Chudler, popüler inanışın halen dolunayda davranışlarımızın değiştiği yönünde olmasını seçici hafızayla açıklıyor. Dolunay zamanında olağanüstü bir şeyler olduğu zaman insanlar bunu ayın durumuyla bağdaştırma eğilimi gösteriyorlar ve zihinlerine o şekilde kodluyorlar. Oysa örneğin, dolunay dışında bir zamanda işlenmiş herhangi bir cinayet durumunda ayın durumunu görmezden geliyorlar. Chudler'a göre bu yanlış inanışın bir diğer nedeniyse birbiriyle ilişkili olmayan olaylar arasında neden sonuç ilişkileri kurmak. Olumsuz bir olayın dolunay zamanında gerçekleşmiş olması, o olaya neden olan durumun dolunay olmasını gerektirmiyor.

Sonuç olarak, dolunay konusundaki düşüncelerimiz filmlerdeki kurt adam senaryoları ve medyanın da etkisiyle popüler etkilerden kurtulamasa da yapılan bilimsel çalışmalar dolunayın kişilik ve davranışlar üzerinde herhangi bir etkisinin bulunmadığına işaret ediyor.

Domates niçin meyvedir?

Genellikle meyveler çiğ olarak (tabii yıkandıktan sonra), sebzeler ise pişirildikten sonra yenilir. Bu da bazı yiyeceklerin meyve mi, yoksa sebze mi olduklarına dair karışıklıklara yol açar. Örneğin domates salatada çiğ olarak yenilebilir, bunun yanında tencere yemeği olarak dolması da yapılır. Bu durumda domates meyve midir, yoksa sebze mi? Genel kanının ikincisi olmasına rağmen aslında domates bir meyvedir.
Çarşı, pazar anlayışına göre, tabiatta bulunduğu şekilde yenilen ve tadı tatlı olan yiyecekler meyvedir. Çarşıda, pazarda, marketlerde elma, çilek, üzüm ve muz meyve olarak kabul edilirlerken, taze fasulye, domates, kabak ve patates, sebze reyonlarında bulunur.
Ancak bilim insanları, yani botanistler, sebze-meyve ayrımını böyle yapmıyorlar. Onlara göre meyve, içinde etli veya kuru, çoğunluğunu çekirdek diye adlandırdığımız, kendi tohumu veya tohumları bulunan yiyecektir. Bu tanıma göre kayısı, şeftali, üzüm, taze fasulye, domates, salatalık (hıyar) ve benzeri gıda maddeleri teknik olarak meyvedir. Geriye kalanlar, yani patetes, havuç, şalgam, soğan, sarımsak gibi bitki köklerri, lahana, marul gibi bitki yaprakları, hatta aslında bir çiçek olan karnabahar bilen birer sebzedir. Bu arada belirtmekte fayda var; biz bitkilerin değişik kısımlarını yeriz. Örneğin, maydanoz yetiştiği bitkinin yaprak kısmı iken, karabiber ağacın meyvesi, tarçın kabuğu, susam ise bitkisinin tohumudur.

Suyun hacmi, donunca niçin küçülmüyor?

Günümüzde ilim o kadar gelimiştir ki, atomun, çekirdeğinin, çevremizdeki her şeyin, dünyamızın hatta gökyüzündeki yıldızların hareketlerinin şimdiye kadar keşfedilen ve bilinen fizik kuralları ile izahı mümkündür. Bildiğimiz her şey fizik kurallarına uyar. Bir şey hariç. Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan su.
Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında genişler, genleşir. Soğutulduğunda da büzüşür, yani hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüşürken, hacminin yüzde 9'u oranında genişler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevşek bir oluşum içinde yer alırlar. Buz, arada deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir.
Bilindiği gibi, bilimsel formülü 'H2O' olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmuştur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleştiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleştiren başka elementler de vardır ve onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki 'H2S' eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür.
İşte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaşamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun, yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneş ışığı alamayacaklarından eriyemeyeceklerdi. Böylece yıllar süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri başlayabilecekti.
Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değişikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneş ışığı ile kolayca erirler.
Eğer buz sudan daha ağır olmuş olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuş olurdu. Belki de başlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak, hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstündekalmasını sağladı ve dünyamızı bizim için yaşanır hale getirdi.

Doğum gününde pasta kesmek adeti nereden geliyor?

Düğünlerde pasta kesmek adetinin, yeni evlilere bereket, doğurganlık ve mutluluk dileklerinin iletilmesinin zaman içinde gelişmiş bir şekli olduğundan bahsetmiştik. Doğum günlerinde pasta kesmek adetinin ise tarihi kökeni ve amacı değişiktir. Zaten tek kat olan şekli ve üzerindeki mumlar nedeniyle pasta görünüş olarak da düğün pastasından farklıdır.
Pasta sözcüğünü hep günümüzdeki anlamı ile kullanıyoruz. Aslında tarihi gelişimi içinde 'kek' demek daha doğru olur. Doğum günü pastasının bilinen tarihi Helen uygarlıklarına kadar uzanır. Bir kutlama amacı ile ortaya çıkması ise Ortaçağda Almanya'da olmuştur. 13. yüzyılda Almanya'da çocuklara gösterilen ilgi belki bugünkünden bile fazlaydı. Doğum günleri bir festival şeklinde kutlanıyordu.
Doğum günü kutlaması sabaha karşı, şafakta, gün ağarırken başlıyordu. Üstü yanar mumlarla süslenmiş pasta (kek) eve getirildiğinde çocuk uyandırılıyor, pastanın üstündeki mumların ise yemek vakti gelene kadar devamlı değiştirilerek sürekli yanar halde kalmaları sağlanıyordu. Yemeğin başında çocuk mumları üfleyerek söndürüyor ve şölen başlıyordu.
Pastanın üzerindeki mumların sayısı çocuğun yaşından bir fazla oluyordu. Bu bir fazla mum, bir gün sönecek hayatın ışığını simgeliyordu. Ayrıca çocuğa bir çok hediyeler getiriliyor, o gün istediği, sevdiği yiyecekler hazırlanıyordu. Yani o zamanlarda doğum günü kutlamaları çocuklara yönelikti.
Günümüzde her yaştan insanın kutladığı doğum günü ve kesilen pasta işte o zamanların bir adetinin devamıdır. Doğum günü pastasının üstündeki mumları bir üfleyişte söndürmek, bu arada bir dilek tutmak, eğer dilek gerçekleşirse bunu kimseye söylememek adetleri de o günlerden kalmadır.

Doğuştan görme özürlüler rüya görür mü?

Bütün insanlar rüya görür. Yani doğuştan görme özürlüler de rüya görür. Bildiğimiz gibi görme yeteneğini kaybeden bir insanın zaman içinde diğer duyuları oldukça gelişir, hatta kimi uzmanlar tarafından "süper duyu" olarak adlandırılırlar. Görme özürlü insanlar günlük yaşamda bu duyularla algıladıkları şeyler sayesinde rüyalarında koku, ses, dokunma gibi hislerin ağırlıkta olduğu deneyimler yaşarlar. Fakat görme özürlü insanların gördükleri rüyalar "görsel" öğeler içermeyebilir. Bu da onların ne zaman kör olduklarıyla yakından ilintilidir. Eğer bir kimse görme duyusunu 5 yaşından önce kaybetmişse (doğuştan görme özürlülük de buna dahil), bu kişinin rüyalarında görsel öğeler bulunmaz. Tabi bu konuda çok az sayıda istisnalara rastlanmış. 1928 yılında Hollanda'da yayınlanan bir raporda, görme duyusunu 5 yaşından önce kaybetmiş 6 ilkokul öğrencisinin rüyalarında çok az da olsa görsel öğeler bulunduğu belirtilmiş. Ama bir insan doğuştan görme özürlüyse rüyaları kesinlikle görsellik içermiyor. Görme duysunu kaybettiğinde 5-7 yaşları arasında olan bir kişinin rüyalarında görsellik olabilir de olmayabilir de. 7 yaşından sonra görme duyusunu kaybeden bir insan ise ne kadar uzun süre ve ne kadar çok şey gördüğüyle orantılı olarak rüyasında görüntülere rastlayabilir.
Uykunun REM (rapid eye movement-hızlı göz hareketi) evresinde görme özürlü insanlarda gözlerin hareketinin ya çok az ya da hiç olmadığını da ekleyelim.

Düdüklü tencere yiyeceği nasıl çabuk pişiriyor?


Tencere daha 14. yüzyılda hemen hemen tamamıyla bugünkü şeklini aldı. O zamanlar tencereler sadece yemek pişirmek için değil, su kaynatmak hatta içinde çamaşır yıkamak için bile kullanılıyordu. En eski tencereler dökme demirdendiler. Sonraları toprak, bakır, alimünyum, emaye ve camdan olanları da yapıldı
Bakır tencerelerin, kullanış ve dayanma bakımından iyi olmalarına karşın sık sık kalaylanmaları gerekir. Alimünyum tencerelerin sakıncalı yanları ise kesif soda ve alkali eriyiklerin alimünyum üzerine olan etkileridir. Sıcak-soğuk farkından etkilenip çatlasalar da en sağlıklı tencereler cam (payreks) olanlarıdır. Pişirme sırasında içleri görülebildiğinden sık sık kapaklarının açılması gerekmez, yiyeceğin vitamini kaçmaz.
Düdüklü tencerelerin yan yüzleri basınca dayalı malzemeden yapılır. Kapakları ise ilginçtir. Çevrilince tencerenin ağzını içten sıkı sıkı kapatırlar ve buharın kaçmasına mani olurlar.
Düdüklü tencerenin kapağında herhangi bir patlama tehlikesine karşı, istenen basınca, dolayısıyla pişme derecesine göre ayarlanabilen bir subap vardır. Basınç ayarlananın üstüne çıkınca subap açılır, buhar buradan dışarı kaçar, hızla çıkan buharın çıkardığı düdük sesi de etrafı olaydan haberdar eder. Düdüklü tencere ismini de bu nedenle almıştır.
Düdüklü tencerenin pişirme prensibinde suyun kaynama özelliği yatar. Su 100 derecede kaynar demek tek başına doğru bir ifade değildir. Kaynama sıcaklığı atmosfer basıncı ile doğrudan ilgilidir. Basınç atmosfer basıncından düşükse, su daha düşük sıcaklıklarda da kaynayabilir veya basınç atmosfer basıncından yüksekse suyun kaynaması için daha yüksek sıcaklıklar gerekir.
Normal tencere ısıtıldığında su 100 derecede kaynar ve tüm su kaynayana kadar bu sıcaklık sabit kalır, yemek de bu sıcaklık da pişer. Düdüklü tencerede ise buhar dışarı kaçamadığından tencerenin içindeki basınç gittikçe artar, dolayısıyla su 100 derecede kaynamaz, tenceredeki sıcaklık 130 dereceye kadar çıkar.
Böylece pişirilmesi istenen besinlerin ısısı suyun kaynama derecesinden çok daha yükseğe çıkar. Bu yüksek sıcaklık yiyeceğe süratle nüfuz ederek, vitamin ve minerallerini kaybetmeden daha çabuk pişmesini sağlar. Bundan dolayı et haşlaması en çok yarım saatte, kuru sebzeler yirmi dakikada pişebilirler.
Gelelim düdüklü tencerenin öyküsüne. 1682 yılının 12 Nisan akşamı Londra'da bir evde kraliyet sosyetesinden bir grup yemek yiyeceklerdir. Bu yemek o güne kadar yenmiş yemeklerden farklıdır çünkü davetlilerden Fransız mucit, 35 yaşlarındaki Deniş Papin, yemeği son buluşu olan, her tarafı kapalı, üzerinde emniyet vanası olan bir kap içinde pişirecektir.
Papin, gazlarla ilgili ana kanunları formüle eden İrlandalı fizikçi Robert Boyle'nin asistanıdır ve kabın içindeki buhar basıncını arttırarak, yemeğin sıvı kısmının kaynama noktasını yükselten bu buluşunu 1679'da gerçekleştirmiştir. Yemekte bulunanlar pişen etten o kadar memnun olmuşlardır ki, bu buharlı tencere süratle yayılmış, hemen hemen bütün yiyeceklerin hatta pasta ve pudinglerin pişirilmelerinde bile kullanılmıştır.
Her icadın ilkinde olduğu gibi, bunda da bazı aksamalar olmuş, emniyet valfı sık sık tutukluk yapmış, güzel bir akşam yemeği yemeye hazırlananlar, tencere patlayınca yiyecekleri duvarlarda seyretmek zorunda kalmışlardır. Bu patlamalar düdüklü tencerenin neredeyse 150 yıl unutulmasına yol açmıştır. Tekrar popüler olması ise Napoleon Bonaparte sayesinde olmuştur.
'Bir ordu midesi üzerinde hareket eder' diye bir vecizenin sahibi olan Napoleon askerlerine yiyecek ikmalini sağlıklı yapamamaktan şikayetçi idi. Bu sorunu çözmek için parasal ödül vaat etmesi üzerine Fransız şef Nicholas Appert, Papin'in buluşunu geliştirerek günümüzdekine benzer pratik bir düdüklü tencere yapmış ve tekrar yaygın olarak kullanılmasını sağlamıştır.

Dünya tarihinde bugüne kadar kaç insan yaşadı?

Bunu kesin hatta yaklaşık olarak bilmek bile zor, çünkü evrim teorisi daha tam açıklığa kavuşmuş değil. İnsanı ne zamandan başlayarak insan nüfusuna dahil etmek gerekiyor hususu üzerinde bir fikir birliğine varılabilmiş değil.
Maymunlar gibi ellerini ayak gibi kullandığı zamanlardan mı, iki ayağı üzerine kalkmayı başardığı zamandan beri mi, yoksa toplumsal yapıda belli bir üretim yapabildiği, yani diğer
canlılardan ayrı olarak içgüdüleri yerine aklını kullanmaya başladığı zamandan beri mi insanı "insan" saymak gerekiyor belli değil.
Tabii ilk insanlar da on binlerce yıl yiyecek bulma ve yaşama kaygılarından nüfus sayımına vakit ayıramadılar. Tahmini olarak bu sayının 60 milyar ile 110 milyar arasında olduğu sanılıyor. Kesin sayı vermeyi seven araştırmacılar ise dünyada 200 bin yıldan bu yana 70 milyar insanın doğup öldüğünü söylüyorlar. Şu anda dünya nüfusunun 6 milyarı geçtiği hesaba katılırsa şu fani dünyadan gelip geçmiş insanların neredeyse yüzde 10'u hala aramızda.

Dünya'nın içine girildikçe yerçekimi ivmesi neden azalır?

8 Ağustos 2008 Cuma

Kalınlığı dr olan, ince bir küresel kabuk alalım. Kabuğun kütlesel yoğunluğu, birim alanı başına ρ olsun. Kabuğun içinde kalan hacimdeki herhangi bir X noktasına,kütlesi mX olan bir cisim koyalım. Bu noktadan kabuğa zıt yönlerde küçük (diferansiyel) birer katı açı uzatalım (dω). Bu katı açının A noktası civarında kapsadığı kabuk alanı |XA|²dω, B noktası etrafında kapsadığı kabuk alanı ise |XB|²dω olur. Dolayısıyla, bu alanlara sahip olan kabuk parçalarının kütleleri MA=ρ|XA|²dω, MB=ρ|XA|²dω kadardır. Dikkat edilecek olursa, MA ve MB kütlelerinin X noktasındaki mX kütlesine etki ettirdikleri kuvvetler zıt yönlerdedir. Kütleçekimi yasası uzaklığın karesiyle ters orantılı olduğundan, bu kuvvetlerin büyüklükleri; FA=G.MA.mX/|XA|² ve FB=G.MB.mX/|XB|² olur. Bu ifadelere MA= ρ|XA|²dω ve MB=ρ|XA|²dω eşitliklerini yerleştirecek olursak; FA=G.ρ|XA|²dω.mX/|XA|² =G.ρ.dω.mX ve FB=G.ρ|XB|²dω.mX/|XB|² =G.ρ.dω.mX elde ederiz. Yani FA=FB. Öte yandan, kuvvetler zıt yönlü olduklarından, birbirlerini iptal ederler. Bu durum, X noktasından küresel kabuğa zıt yönlerde uzanan tüm minik katı açı çiftleri için geçerli olduğundan, sonuç olarak; X noktasındaki mX kütlesine kabuğun tümü tarafından etki ettirilen kütleçekimi kuvveti, net olarak sıfırdır. Kabuğun kalın olması bu sonucu değiştirmez. Çünkü kalın bir kabuk, bizim ele aldığımız gibi ince kabukların içiçe diziliminden oluşur.

Dünyada en az deprem olan bölge neresidir?

Yeryuvarının taşküre adı verilen ve yerkabuğu ile üst mantonun katı ve kırılgan en üst kesimlerinden oluşan en dış tabakası bir mozaik oluşturacak şekilde plakalara bölünmüştür. Bu plakalar üst mantonun astenosfer katmanı üzerinde bir birlerine göre hareket ederler. Bunların bazıları Avrasya, Anadolu, Arabistan, Afrika, Hint-Avustralya, Filipinler, Japonya, Pasifik, Juan d e Fuca, Kuzey Amerika, Kara ipler, Nazca, Güney Amerika ve Antarktika plakalarıdır. Kıta sınırları plaka sınırı ile birebir örtüşmez. Bir plakanın kapsadığı alan kara ve denizi kapsayabildiği gibi (örneğin Afrika Plakası), sadece kara alanını (Arabistan Plakası) ya da sadece deniz alanını (Nazca Plakası) kapsıyor da olabilir. Manto üzerinde bu plakalar birbirlerine göre sürekli yer değiştirirler ve on binlerce-milyonlarca yıl içinde, yeryüzü coğrafyasının değişmesine yol açarlar.

Plakaların birbirlerine göre sürekli yer değiştirmesi ile oluşan gerilmeler yerkabuğunun bazı kesimlerinde enerji yoğunlaşmasına neden olur. Bu yoğunlaşmış enerjinin boşa lımı ise depremleri oluşturur. Bu süreçlerin yoğun olarak geliştiği alanlar depremsellik açısından aktif bölgeler olarak tanımlanır. Bu bölgeler kimi plaka sınırları boyunca uzanan diri (aktif) fay kuşaklarında yoğunlaşır. Yeryuvarının derinliklerindeki kayaç kütlelerinin dengede olduğu alanlar ise asismik (depremselliği düşük) olarak adlanır. Bu bölgeler çoğunlukla plakanın, sınırlarından uzak, iç bölümlerindedir.

Yeryüzüne bir bütün olarak bakıldığında depremlerin, plakaların birbirlerine göre yer değiştirdikleri (uzaklaştıkları, yakınlaşıp çarpıştıkları ve sürtünmeli olarak kaydıkları) kuşaklarda sıklıkla ve yıkıcı büyüklükte oluştuğu gözlenir. Buna karşın, göreceli olarak duraylı olan plaka içi alanlarda ise çok az ve küçük depremler oluşur. Resimde de görüldüğü üzere plaka içi kısımlarında bulunan bölgeler dünyada en az deprem olan bölgelerdir.

Dünyada kaç ırk vardır ?

Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan, çok sayıda insan ırkı bulunuyor. Irkların birbirinden ayrılmasında ve tanımlanmasında, çeşitli gen sistemleri ve morfolojik özellikler kullanılıyor. Carleton Coon’a göre, insanlar iskelet yapısına göre 5 temel ırka ayrılıyor. Tüm diğer ırkların da, bu ırkların birbiriyle melezleşmesinden ortaya çıktığı kabul ediliyor.

1. Kafkas ırkı (Caucasoid): Kafkasya, Akdeniz, Kuzey ve Doğu Avrupa, Kuzey Afrika, Anadolu ve Hindistan bölgesini kapsıyor. Karakteristik özellikler arasında düz yüz, yüksek alın, ince dudaklar, dar ve öne çıkık burun, dalgalı saç, yüz ve vücutta yüksek kıl oranı, beyaz-kahverengi arası cilt rengi sayılıyor.

2. Moğol ırkı (Mongoloid): Çin, Japon, Eskimo, Ainu ve Amerika yerlilerini (kızılderilileri) kapsıyor. Karakteristik özellikler arasında sarı deri rengi, yüz ve vücut kıllarında seyreklik, yuvarlak yüz, çıkık çene kemikleri, az gelişmiş kaş kemerleri, basık burun ve yüz, kısık gözler, şişkin göz kapakları, düz siyah saçlar sayılıyor. Bir diğer belirgin özellik, erkek ve kadınların dış görünüşlerinin, diğer ırklara kıyasla daha fazla birbirine benzemesi.

3. Kongo ırkı (Congoid): Zencileri ve Afrika pigmelerini (kısa boylu ırkları) kapsıyor. Karakteristik özellikleri çok koyu deri rengi, kıvırcık saçlar, seyrek kıllılık, dar bir baş, ileriye çıkık üst çene, geniş burun, kalın dudaklar, az gelişmiş çene ve dar kalça kemeri.

4. Capoid ırk: Congoidler dışındaki Afrika ırklarını kapsıyor. Çok uzun boy, kahverengi-siyah arası deri rengi ve özellikle kadınların kalçalarında yüksek oranda yağ toplanmasıyla karakterizeler. Bu ırkın en tipik örneği de Buşmanlar.

5. Avustralya ırkı (Australoid): Avustralya başta olmak çevre adalarda yaşayan ırkları kapsıyor. Çok farklı coğrafyalarda yaşamaları nedeniyle ortak özelliklerini saymak diğer ırklara göre daha zor. Ancak, açık deri rengi ve geniş burun, en temel tanımlayıcı özellikleri.

Dünyada kaç çeşit böcek vardır?

Şu anda bilinen böcek türlerinin sayısı 1,5 milyara yakın. Ancak, çoğu araştırmacıya göre bunun en az 10 katı kadar da henüz keşfedilememiş olan böcek türü bulunuyor. Ancak, olağanüstü derecede kalabalık olan böcekler grubunun, hayvanlar aleminin ortalama %80’ini oluşturduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Dünyada kaç çeşit hayvan vardır?

Bu soru bilim insanlarının kesin bir cevap üzerinde uzlaşamadığı bir soru. Dünya üzerinde kaç çeşit hayvan bulunduğuyla ilgili olarak yürütülen tahminler 20 ile 100 milyon arasında değişiyor.
Üstelik bu canlıların çoğu hala tanımlanmış değil. Tanımlanmış tüm canlıların (sadece hayvanların değil) %80'ini ise böceklerin oluşturduğu düşünülüyor. Tropikal yağmur ormanlarında sadece bir ağaç üzerinde 150’den fazla böcek türüne rastlamak mümkün! Bu da dünya üzerindeki tüm canlı türlerini belirlemenin ya da bunu kesin sayılarla ifade edebilmenin ne denli zor olduğunu gösteriyor. Ayrıca bu durum, hızla yok olan yağmur ormanlarının beraberinde götürdüğü çeşitliliğin ne kadar büyük olduğunu da bize gösteriyor.

Dünyadaki en büyük böcek hangisidir?

Günümüzde yaşayan en büyük böcek, Avustralya'daki bir çeşit güve. Bilimsel adı Coscinocera hercules olan herkül güvesinin kanatları arasındaki mesafe 35 cm kadar olabiliyor. Yaşayan en ağır böcekse, Afrika'da bulunan ve bilimsel adı Goliathus goliath olan, 100 gr ağırlığındaki golyat böceği.

Dünyadaki en büyük fare, ne kadar büyüklükte?

Fareler kemiriciler takımı içinde yer alır. Bu bağlamdan hareket edersek dünyada yaşayan en büyük kemiricinin kapibara (Hydrochoerus hydrochaeris) olduğunu söyleyebiliriz. 140 cm boy, 62 cm yükseklik ve 66 kg ağırlıkla en büyük fare olarak kabul edilebilir. Tutsaklık altında 113 kg ağırlığa ulaşmış bireyler de var.

Dünyadaki ilk uçak gemisinin adı nedir ? Hangi ülke kullanmıştır ?

1 Temmuz 2008 Salı

Uçakların icadından sonra her alanda yaygın olarak kullanılmaya başlaması kısa sürede gerçekleşti. İlk uçaklar orduda keşif görevlerinde kullanılıyordu. Bu bağlamda deniz kuvvetlerine bağlı gemilerde deniz üzerinde uçarak keşif yapmayı sağlayan uçaklar bulunurdu. Ne var ki yalnızca uçak taşıması için yapılan ilk gemi Amerikan donanmasında kullanılan "USS Langley" idi. 1922 yılında bir kömür gemisinden uçak gemisine dönüştürülmüştü. Günümüzde kullanılan ve nükleer güçle çalışan uçak gemilerinin ilki, yine ABD donanmasında kullanılan "CVN-65 Enterprise" idi. Enterprise 1960 yılında suya indirilmişti.

Dünyadan fırlatılan uydular kullandıkları enerjilerini nasıl elde ediyorlar?

Genellikle, kanatçık biçiminde açılan ve üzerlerindeki fotovoltaik hücreler sayesinde güneş enerjisini elektrik gücüne dönüştüren güneş panelleriyle. Ancak, yeterli güneş enerjisi toplayamayacak kadar uzak hedeflere gönderilen uydularda sonda, görüntüleyici, haberleşme aygıtları ve bilgisayarların çalışması için gereksinim duyulan güç, genellikle plütonyumun bozunmasıyla ısıyı elektrik gücüne çeviren küçük nükleer reaktörlerce sağlanıyor.
Uydularda manevra için, kimysal yakıtla çalışan küçük roketçikler bulunuyor. Uzun seferlere gönderilen (Ör, kuyrukluyıldız ya da asteroidlerle buluşmak için) uydulara ise son yıllarda iyon motorları takılmaya başlandı.

Dünyanın en büyük kuşu hangisidir?

Afrika deve kuşu (Struthio camelus) bilinen en büyük kuş türü. 274 cm boy ve 160 kg ağırlıkta olabiliyorlar.

Denizde yaşayan en büyük kuşsa İmparator pengueni (Aptenodytes forsteri) 115 cm boy ve 30 kg ağırlıkta olabiliyorlar.

Kanat açıklığı en büyük kuş türüyse albatroslar (Diomedea exulans). Kanat açıklığı uzunluğuyla ilgili, verilen en büyük bilimsel kayıt 363 cm. Kaynağı tam doğrulanmamakla birlikte 422 cm’lik bir kayıt da var.

Dünyanın en fazla yağış alan yeri neresidir?

Yağmurlu gün sayısının en fazla olduğu dünyanın en yağışlı bölgesi, Hawaii'deki kauai adasında bulunan Wai-ale-ale Dağı. Bu bölgeye, her yıl 350 gün boyunca yağmur yağıyor. Hawaii Adaları, Büyük Okyanus'ta bulunuyor. Bu bölgede her yıl sıcak ve nemli güneydoğu alizeleri eser. Wai-ale-ale Dağı'nın üzerinden yükselmeye zorlanan rüzgârlar soğur. Yoğun bulutlar ve dağın rüzgârlı tarafına sağanak yağmur yağar. Bu bölgeye düşen yıllık ortalama yağış miktarı 11.455 mm'dir. Dağın rüzgârdan korunan tarafıysa, yılda yalnızca 250 mm yağış alır. Bunun nedeni, rüzgârların alçalırken ısınması ve daha az su buharı içermesi.

Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir?

Dünyada şimdiye kadar en çok söylenmiş, halen de söylenmekte olan şarkı hangisidir diye sorulsa hemen akla gelmeyebilir. Bu şarkı herkes tarafından çok tanıdık, müziği ezbere bilinen bir şarkıdır. 'İyi ki doğdun -isim-' veya 'mutlu yıllar sana' şeklinde söylenen doğum günü şarkısı.
Bu şarkı yaratılırken doğum günlerinde söyleneceği kimsenin aklına gelmemişti. 1893'de ABD'de, Kentucky'de öğretmen iki kız kardeşin, öğrencilerinin sabahları söylemeleri için besteledikleri bu şarkının orijinal adı da 'Good Morning to All' yani 'Herkese Günaydın' idi.
Kardeşlerden şarkının müziğini yapan Mildred Hİll aynı zamanda kiliselerde org, konserlerde piyano çalıyordu. Şarkının sözlerini ise Mildred'in dokuz yaş küçük kız kardeşi Patty yazmıştı. Mildred 1916'da 57 yaşında öldükten birkaç yıl sonra bestelediği şarkı 'Happy Birthday' (Mutlu doğum günü) adı altında söylenmeye başlanacaktı.
Hill kardeşler şarkının telif haklarını 1893 yılında almışlardı. Ancak Robert Coleman isimli biri, şarkının bestesini kullanarak sözlerini 'Happy birthday to you' olarak değiştirdi. Şarkı zaman içinde o kadar yayıldı ki bestecileri bile unutuldu.
Ne zaman şarkı doğum günü formatında Broadway'de, bir müzikalde kullanılmaya başlandı, o güne kadar sesi çıkmayan üçüncü kardeş Jessica mahkemeye başvurdu. Bestenin gerçekten kendilerine ait olduğunu ispat etti ve şarkının tüm haklarına ailesinin sahip olmasını sağladı. Bundan böyle şarkının ticari amaçla kullanıldığı her yerde Hill ailesine telif hakkı ödenmesi gerekecekti.
Bu haber tüm dünyayı şok etti. Telefonla yarım milyon insana doğum günlerinde melodiyi dinleten tanıtım ve pazarlama şirketleri bundan vazgeçtiler, müzikaller bu parçayı ya repertuarlarından çıkarttılar ya da şarkı şeklinde değil de düz okuma veya şiir şeklinde söylettiler.
Onlar telif hakkı ödememek için yollar ararken Dr. Patty Hill, 78 yaşında, uzun bir hastalıktan sonra ama şarkısının dünya çapında bir doğum günü adeti olduğunu gördükten sonra öldü.
Günümüzde bu şarkının telif hakkı Warner/Chappel Müzik Şirketi'ne geçmiştir. Ticari amaçla kullanıldığı her yerde şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır. Bu miktarın yılda l milyon dolara yakın olduğu tahmin edilmektedir. Doğum günü kutlayacakların bilgilerine sunulur.

Dünyanın çekirdeğinde sıcaklık ne civardadır?


Yeryüzünden 6370-5100 km derinde bulunan çekirdek iç ve dış çekirdek olarak iki katmana ayrılır. İç çekirdekte sıcaklık 6000ºC dereceyi bulurken, dış çekirdekte 5000ºC civarına düşer.

Dünyaya en yakın yıldızın adı nedir?

Erboğa (Centaurus) Takımyıldızı bölgesinde Alfa Centauri adlı üçlü yıldız sistemi'nin Dünya'ya en yakın üyesi olan Proxima Centauri. Yaklaşık 4,2 ışıkyılı uzaklıkta.

Dünya’daki bütün insanlar dünyanın döndüğü yönde koşarsa; bu olay Dünya’nın dönme hızına etki eder mi?

28 Haziran 2008 Cumartesi

Tabii... Biz Dünya’nın dönme yönünde hız kazanırken; bunu Dünya’yı ‘geri’ye doğru iterek yapabildiğimizden; Dünya’nın dönme hızını yavaşlar. Bildiğimiz gibi;Dünya kendi etrafında, batıdan doğuya doğru dönüyor; yani kuzeyden bakıldığında, saatin tersi yönde. Açısal momentumu, sağ el kuralına göre; dönme ekseni doğrultusunda, kuzeye doğru. Sonuç olarak; biz bu yönde açısal momentum kazanırken, Dünya’nın dönme açısal momentumu, tam bizim kazandığımız kadar azalır ve toplam açısal momentum sabit kalır. Doğudan batıya doğru, yani Dünya’nın döndüğü yönün tersi yönde koşmuş olsaydık; onun dönme hızıyla birlikte açısal momentumunu arttırmış, biz ise zıt yönde açısal momentum kazanmış olurduk. Toplam açısal momentum yine aynı kalır, yani ‘korunur’du.

Düğünlerde niçin pasta kesiliyor?

Günümüzde düğüne, evlenen çift tarafından bir pastanın kesilmesiyle başlanılması vazgeçilmez bir adet haline gelmiştir. Pastanın kat kat yüksekliği biraz da sosyal statü olarak görüldüğünden gelin ile damat, boylarını aşan bu pastaları, kılıç gibi uzun bir bıçak kullanarak ancak kesebiliyorlar.
Buğday, tarih boyunca bereket, doğurganlık ve mutluluğun sembolü olduğundan başlangıçta, düğün törenlerinde, iyi temenniler gelinin başına buğday dökülerek sunuluyordu. Evlenmemiş veya evlenmeyi bekleyen genç kızlar, kısmetleri açılsın diye bu buğday duşunun kendilerinin de başlarına isabet etmesi için uğraşırlardı. Tıpkı günümüzde, gelinin elindeki buketten fırlattığı çiçekleri aynı inanışla yakalamaya çalışan genç kızlar gibi.
Romalılar devrinin başlangıcında aşçılar çok saygın bir meslek grubunu oluşturuyorlardı ve bu aşçılar milattan yaklaşık 100 yıl önce adeti biraz değiştirdiler. Bu buğdaylarla küçük, tatlı kekler yaptılar. Kekler şüphesiz gelinin başına atmak için değil, yemek içindi, ama bir şey atmayı alışkanlık haline getirenler bu tatlı kekleri de gelinin başına atmaya devam ettiler.
Daha sonraları bu adetin devamı olarak, düğüne getirilen keklerin bereket getirmesi için gelinin başı üstünde ufalanması, ardından da evlenen çiftin bu kek kırıntılarını birlikte yemesi gibi bir adet başladı. Zaman geçtikçe misafirler de evlerinden getirdikleri fındık, fıstık, kurutulmuş meyveler ve bala bulanmış bademlerle düğün törenine katkıda bulunmaya başladılar.
Adet hızla Avrupa'nın batısına, oradan da İngiltere'ye geçti, İngiliz aşçılar kekleri bir çeşit biraya batırıp kendilerine has düğün pastalarını yarattılar. Ortaçağın başlarında ise bu adet bir süre unutuldu. Gelinin başına buğday ve pirinç dökülmesi tekrar moda oldu.
Ne zaman ki, dekoratif ve süslü bisküviler, yağlı çörekler ortaya çıktı, adet yine değişti. Misafirler bunları evlerinde yapıp düğüne getirmeye başladılar. İngiltere'de ise bu getirilenler üst üste yığılmaya başlandı. Yiyecek yığını ne kadar yüksekse o kadar iyi, o kadar çok bereket habercisi idi. Evlenen çift bu yığının üzerinden birbirlerini öptükten sonra öncelik gelinde olmak üzere yiyecek tepeciğinin yenilmesine başlanıyordu.
İngiliz ve Fransız aşçılar arasındaki yaratıcılık, en iyi, en dekoratif ve en lezzetli pastayı yapma yarışı süreci içinde düğün pastası adeti de yayıldıkça yayıldı, düğün törenlerinin olmazsa olmazları arasına girdi.

Elektrik insanı nasıl çarpıyor?

İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler, yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek, bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor, hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki, bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50-60 HZ.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse "Volt" da odur. "Amper" de suyun miktarının karşılığıdır.
Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder, kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.
Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriğimizdir. Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor.
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre bir ila beş miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz, cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse, genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan, problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka girenlere de, kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.

Elektrik insanı neden çarpar?

26 Haziran 2008 Perşembe

Elektrik akımı, şiddetine ve süresine bağlı olarak, insan vücudundan geçtiği zaman, ölüme kadar giden hasarlara sebep olur. Elekrtriğin insan vücudundan akmasının nedeni, vücudumuzun iletken olmasıdır. Hücre sıvıları, başta tuz olmak üzere çözülmüş iyonlar içerdiğinden oldukça iletkendir.
Kaslarımıza gelen sinirsel sinyaller normalde küçük elektrik akımlarıyla iletilir. Elektrik akım şiddeti 16 mA'i geçtiği zaman kaslarımızı kontrol etmemizi, böylelikle elektrik akımına neden olan nesneyi bırakmamızı engeller.
20 mA'i geçtiği zaman solunum sistemimizi etkiler ve geçici felce sebep olabilir. 100 mA'lik akım kalp kasılmalarında düzensizlik yaratır. Kalbimiz, küçük elektriksel sinyallerle çalıştığından, bu düzeni bozan akımlar kalp krizine neden olur. 2 A'lik akımlar organlarımızda ısıya neden olur, ve büyük hasar verir.

Elektrikte neden bakır tel kullanıyoruz, altın tel kullansak ne olur?

Bir kere üretilen gücün birim maliyeti ve dolayısıyla aylık elektrik faturanız çok daha yüksek olur. Bakırın kullanılması icin bir baska pratik neden: Altın yerkabuğunda çok daha ender bulunan bir metal. Bir yerde, tüm dünyada çıkartılmış ve rafine edilmiş altın stokunun 400-500 ton civarında olduğunu okumuştum. Elektrik santrallerinde üretilen gücü evlerimize, işyerlerimize ulaştıran şebekede kullanılan bakır tellerin uzunlugunun yalnızca ulkemizde on binlerce kilometre oldugunu dusunursek, bu stokun ne kadar yetersiz kalacağı açık.

Elma kesilince niçin kararıyor?

Meyve ve sebzelerin bazılarında kesildiklerinde, kabukları soyulduğunda veya herhangi bir şekilde zedelendiklerinde farklı tonlarda renk değişimleri oluşur. Elma, armut, ayva, patetes gibi birçok sebze ve meyve bu özelliği gösterir.
Eğer canlılardaki hücre yapısını biliyorsanız, her hücrede binlerce enzim olduğunu da biliyorsunuz demektir. Enzimler hücrenin yaşaması için gerekli her türlü görevi yerine getirirler. Elmaların ve pateteslerin kesildiklerinde kararmalrı işte bu enzimlerden birinin 'polifenol oksidaz' diye adlandırılanın (biz kısaca -PPO- diyeceğiz) yarattığı bir sorundur. Bu enzim, yani PPO, havanın oksijeni alıp, elmada bulunan 'tanin' adlı kimyasalla birleştirerek kararmaya neden olur.
Elmayı kestiğiniz veya kabuğunu soyduğunuz zaman, kesilme yüzeyindeki hücreler de bölünür, açılır. Buradaki PPO'lar havanın oksijeni ile birleşerek aynen demirin paslanması gibi bir renk değişimi olayı yaratırlar. Yere düşen elmaların yüzeyinde oluşan kahverengi noktaların nedeni de aynıdır.
Kahverengi renge dönüşmeyi önlemenin bir yolu onları keser kesmez bir suya koymak ve hava ile ilişkilerini kesmektir, ancak sudan çıkarıldıklarında yine koyulaşmaya devam ederler. C vitamini kararmayı önleyebilir. Meyvenin kararan kısmına limon dökerseniz, içindeki C vitamini, taninin oksijen ile temasını önler ve kararma hızını azaltır. Bu nedenle meyve ve sebze işleyen yerlerde kabuklar soyulduktan veya dilimleme işlemi yapıldıktan sonra meyve ve sebzeler limon tuzu içeren suya atılır.
Bütün enzimlerin ortak özelliği 75 derece sıcaklığın üzerinde etkisiz hale gelmeleridir. Yani ısıtmak da bir çaredir. Bu tip sebze ve meyveler haşlandıklarında enzimlerin faaliyetleri durur ve 'enzimatik esmerleşme' denilen bu olay görülmez.
Şimdi müjdemizi verelim. Meyve işleyicilerini, salata hazırlayıcılarını, ev kadınlarını deli eden bu olayın da çaresi bulundu. Çekirdeksiz meyve yetiştirebilmek için çalışmalarını sürdüren genetik mühendisleri, meyve sineğinin oluşumu ve b esmerleşme üzerine de gittiler. Özellikle beyaz üzümden şarap ve şeker kamışından şeker elde etmede sorun olan bu esmerleşmeyi genetikçiler enzim klonloyarak önlemeyi başardılar.
Pratikte uygulandığında büyük bir ekonomik fayda da sağlayacak bu araştırma sonuçları, kesildiklerinde benzer esmerleşmeyi gösteren ağaçlara da uygulanacak ve böylece kağıt üretimindeki bir sorun daha ortadan kalkacaktır.
Bileşimlerinde okside olabilecek enzim bulunmayan turunçgillerde, yani portakal, limon ve mandalinada esmerleşme olayı görülmez.

Elmas gibi değerli bir taş cam kesmede nasıl kullanılıyor?

Antik Çağ'da elmasın insanları görünmez yaptığına, kötü ruhları kovduğuna ve kadınları cinsel açıdan etkilediğine inanılıyordu. Günümüzde ise mücevherlerin bu kraliçesi, aşkın, çekiciliğin ve zenginliğin simgesidir.
Elmas aslında saf karbondan başka bir şey değildir. Elması yakabilecek yüksek ısıya çıkılabilse hiç kül bırakmadan yanar. Tamamen karbon olan yapısına rağmen mineraller içinde en serti olanıdır. Genelde renksizdir ama hafif sarımsı gri veya yeşilimsi de olabilir. Işığı kırma, yansıtma ve renk dağıtma özelliği kuvvetlidir. Bu özelliklerinden dolayı çok kıymetlidir. Elmasın değeri rengine, saflığına ve işleniş şekline de bağlıdır.
Peki elmas bu kadar değerli ve az bulunan bir mineral ise nasıl oluyor da cam kesmede, sert metalleri işleme ve delmede, torna ve matkap uçlarında bol miktarda kullanılabiliyor? Nasıl oluyor da en küçük bir parçası bile bir servet olan bu taş köşedeki camcının cam kesme bıçağının ucunda bulunabiliyor?
Aslında elması iki ayrı şekilde düşünmek gerekmektedir: Süs taşı olarak ve endüstride. Süs taşı olan elmasın değeri dört 'C' ile belirlenir. Bunlar; 'Carat=ağırlık', 'Clarity=şeffaflık', 'Colour=renk' ve 'Cut=işleniş'dir. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin üstündedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 621 gram gelen Cullian'dır.
Süs taşı üretimlerinin yan ürünleri ile süs eşyasına uygun olmayan doğal elmaslar endüstride değerlendirilmektedir. Piyasadaki elmas uçlar aslında elmas kumu olarak adlandırılan bulanık elmaslardır. 'Karbonado' denilen bu ince taneli, kok görünümlü elmaslar sondaj makinelerinde en sert taşları bile delmede kullanılabilirler.
Endüstrinin bu tür elmas uçlara olan talebi devamlı artarken, üretimin artmaması yapay elmas üretimini gündeme getirmiştir. Yapay elmas üretme tekniğinde prensip, yüksek basınç ve sıcaklıkla grafiti elmasa dönüştürmektir.
Daha düşük basınçta da, gaz fazındaki karbondan yapay elmas elde edilebilmiş olup lens ve cam kaplamalarında, hoparlör diyafram kaplamalarında (paraziti azaltmada), optik aletler ve transistör telleri üretiminde ve diğer bir çok değişik alanlarda kullanılmaktadır.
Süs elması olarak da 0,2 gramın üstünde yapay elmaslar elde edilebilmiştir ama maliyeti doğal elmas fiyatından on kat daha pahalıya gelmektedir.
Peki, elmas ile pırlanta arasında ne fark var biliyor musunuz? İkisinin de aslı aynı, yani karbon kömüründen farksız taş parçaları. Çok yüksek basınç ve sıcaklıkta, yerin 150 - 200 kilometre derinliklerinde kristalleşmiş, daha sonra volkanik patlamalarla yeryüzüne itilmiş saf karbondan oluşmuşlardır.
İşte bu saf karbon, kesim veya şekline göre elmas ya da pırlantaya dönüşür. Pırlanta daha parlak, kesim oranı daha fazla ve alt kısmı kubbe gibidir. Elmasın alt kısmı düz ve yüzey sayısı 12 ile 37 arasında değişirken, pırlantanın kesimi daha zordur ve yüzey sayısı 57'dir. Yani pırlanta elmastan daha değerlidir, daha ince isçiliktir. Renkli olanlarına 'fantezi' denilir ki fiyatları astronomiktir.

Elmastan yapılan Camii hangisidir?

Süleymaniye Camii'nin sağdaki küçük minaresi Cevahirli Minare olarak bilinir. Cevahir mücevher anlamına gelir. Bu muazzam caminin küçük minaresinin yapıtaşları arasında elmas madeni de vardır. Elmasların kullanılma nedeni İran Şahı'nın, Kanuni Sultan Süleyman'a bir çekmece dolusu elmas yollayarak yaptığı jesttir. Elmaslar caminin yapımı sırasında para biterse kullanılması için gönderilmişti. Ancak Sultan Süleyman elmasların parasını karşılayacaklarını belirtti ve minarenin yapımında kullanılmalarını emretti.

En hızlı yüzen balık hangisidir?

Denizlerin en hızlı yüzen balığı Atlantik ve Pasifik Okyanuslarında yaşayan Istiophorus sp. türü yelken balığıdır (sailfish). Bu balık saate 109 km kadar hız yapabilir. Bu özelliği sayesinde özellikle sardalye sürülerine hızlı dalışlar yaparak onları kolayca avlar. Ayrıca bu hız ona düşmanlarında kaçma özelliği de verir. 2-2,5 metre kadar büyüyebilirler. Sırtları ve çok belirgin olan sırt yüzgeçleri mavi ve mavinin tonlarında olurken, karın kısımları gümüş renginde olur.

Bunların yanında karada en hızlı giden canlı çita olup, saatte 80 kmlik bir hıza, havadaki en hızlı canlıysa saatte 160 km'lik bir hıza ulaşabilen deniz kırlangıçlarıdır.

En uzun süre susuzluğa dayanabilen hayvan hangisidir?

Çok fazla suyun bulunmadığı yerlerde yaşamaya uyum sağlamış hayvanlar, kurak ve aşırı sıcakların olduğu çöl gibi yerlerde hayatta kalmayı bu uyumlar sayesinde başarabiliyorlar. Genellikle bu tip canlılar günün çok sıcak vakitlerini, vücutlarından su kaybını önlemek için gölge yerlede geçiriyorlar. Örneğin bazı böcekler kendilerini toprağa gömerek bunu sağlıyor. Sonuç olarak suyun az bulunduğu bölgelerde susuzluğa dayanabilmek ancak bu uyumlar sayesinde gerçekleşiyor. Yani herhangi bir canlının bütün gün güneş altında kalarak hiç su içmeden canlı kalabilmesi imkansız.
Bunları göz önünde bulundurarak en uzun süre susuzluğa dayanabilen hayvanlara çeşitli örnekler verebiliriz. Örneğin akrepler 3 ay boyunca susuzluğa dayanabilirler. (Akreplerin 12 ay boyunca da açlığa dayanabildikleri söyleniyor.) Çöl faresi adı verilen bir hayvanın neredeyse hiç su içmeden yaşadığına dair bilgiler var. Bu hayvan ihtiyacı olan suyu yediği yiyeceklerden sağlıyor. Koalanın da pek su içmediği biliniyor. Koala ökaliptus yapraklarını sıvı ihtiyacını gidermek için de yiyor. Komodo ejderi adı verilen dev sürüngenler bir buçuk ay boyunca su içmeden yaşayabiliyorlar. Zürafalar ve develer de yaklaşık 3 hafta boyunca susuz kalabiliyorlar. Son olarak biz insanların susuz yaşayabilme süremiz 14 gün (yaklaşık iki hafta).

En çok yanardağın olduğu ülke ve bölge neresidir?

Yeryüzünde bilinen volkanların sayısı binlere ulaşmasına karşın ancak 516 kadarı tarihi çağlarda faaliyet göstermiş, bu nedenle aktif volkanlar olarak kabul edilmişlerdir. Yerkabuğunu bloklar halinde bölen kırıklar üzerinde bulunan volkanlar, bir çizgi doğrultusunda sıralanmakta adeta kuşak oluşturmaktadır. Dünya üzerindeki aktif volkanlar üç ana bölgede toplanmıştır. Volkanların en yoğun olduğu bölge Pasifik Okyanusu'nun kenarlarıdır. Volkanların aktif olduğu ikinci bölge Alp-Himalaya kıvrım kuşağı, üçüncü bölge ise okyanus ortalarıdır.

Yerkabuğunun üst bölümünü oluşturan sial okyanus tabanlarında daha incedir. Bu ince kabuk mantodaki yükselici hareketler nedeniyle yırtılarak ayrılır. Ayrılma bölgesi adı verilen bu bölümden magma yükselir ve okyanus tabanına yayılır. Bu durum okyanus ortalarında aktif volkanların bulunmasının nedenidir.

Alp-Himalaya kıvrım kuşağında yer alan Türkiye’de volkanlar, tektonik hatlara uygun olarak beş bölgede yoğunlaşmıştır. Ancak günümüzde Türkiye’de aktif volkan bulunmamaktadır.

Erkek ve kadınların el yazıları farklı mıdır?

El yazısına bakarak yazanın kadın mı, yoksa erkek mi olduğunu tespit edemezsiniz. Bir el yazısının analizi sonucu, yazanın kişiliği, karakteri, hissi durumu, açıklığı, akıl durumu, enerjisi, motivasyonu, korkuları ve savunması, hayal gücü ve uyumluluğu gibi bir çok konuda fikir sahibi olunabilir ama cinsiyeti konusunda bir karar verilemez. Gerçi kadınların ve erkeklerin el yazılarında ayrı ayrı bazı karakterleri benzer şekilde kullandıkları bilinmektedir ama bu tüm bir yazı hakkında tatmin edici bir fikir vermez.
El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez.
Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim adamları sinirkaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır.
El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur.
Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemenin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır.
Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.

Eskimolar buzdan evlerini nasıl ısıtıyorlar?

Eskimolar adına igloo denen buzdan evler yaparlar. Bu evlerin yalıtımı çok önemlidir. Ana yapıyı oluşturan buz bloklarının arası karla sıvanarak tıkanır. İyi bir igloonun kapısı da yer üstünde olmaz. İçeri girip çıkarken kapının açılıp kapanması, içerdeki sıcak havanın dışarı kaçmasına soğuk havanın içeri dolmasına neden olur. Bundan dolayı buzdan bir ev yapılırken önce geçici bir kapı yapılır ve evden içeri girilir. Asıl kapı evin altındaki kar kazılarak yeraltından geçirilen kapıdır. Bu sayede buz evin yalıtımı tamamlanır. Buzdan ev elbette ki bizim ölçülerimizde sıcacık değilse de, bu sayede oldukça elverişli bir ısıya gelir.

Evlerimizdeki sinekler kışın nereye gidiyorlar?

Sineklerin her türü kışın ortadan kaybolur. Havaların ısınmasıyla birlikte de aniden ortaya çıkıverirler. Yazın karasinekler gece gündüz evlerimizin baş köşesinde dolanırlarken sivrisinekler gündüzleri ortada görünmezler. Acaba mesai saatlerinin dışında ne yaparlar? Sinekler, böcekler uyurlar mı?
Sinekler ısıya çok hassastırlar. Güneş bir bulutun arkasına girdiğinde oluşan sıcaklık değişikliğinden bile etkilenirler. Kış günlerinde bazı bölgelerde sıfırın bile çok altına inen sıcaklıklar onların, özellikle gelişmiş olanlarının yaşama şanslarını yok eder.
Lavra veya yumurta halindekiler ise yaşamaya devam ederler. Bahar aylarında gelişmiş birer karasinek olarak yaşantımıza katılırlar. Yani evinizde gördüğünüz sinekler geçen senekiler değillerdir, onların çocuklarıdırlar.
İnsanların olduğu yerlerde yaşayan sivrisinekler çoğunlukla gece faaliyet gösterirler. Çoğu alacakaranlık saatlerinde, sabaha karşı ve akşamüstü daha aktiftirler. Aktif oldukları bu süre bir veya en çok iki saati geçmez. Öyleyse sivrisinekler aktif olmadıkları, günün en azından 22 saatlik bölümünde ne yapıyorlar?
Kuvvetli ışık, havadaki nem oranının düşük olması ve rüzgar, sivrisineklerin işe çıkmalarına mani olan en önemli faktörlerdir. Boş vakitlerinde çoğunluğu, bitkiler, otlar, çimenler ve ağaçlar üzerinde dinlenirler. Renkleri ve boyutlarından dolayı onları oralarda fark etmek kolay değildir. Bazıları ise evlerin odalarında loş köşelerde kalırlar.
Sineklerin, böceklerin uyuyup uyumadıkları ise uyumak fiilinin tanımına bağlıdır. Zaten uykunun gizemi de tam çözülmüş değildir. Hareketsiz kalıp, dış ortamdan bağlantıyı koparmayı uyku olarak nitelendirirsek böcekler de uyur, balıklar da. Fakat bu arada beyinlerinde neler oluştuğunu kimse bilmiyor.
Memeli hayvanların, örneğin kedilerin, köpeklerin, ineklerin uykuları ve bu sırada beyinde oluşan elektriksel dalgalar konusunda ciddi araştırmalar yapılmıştır. Onların da bizim gibi uyudukları hatta rüya bile gördükleri kesin olarak biliniyor.
Ancak bir karasineğin veya örümceğin beynine elektrik kabloları bağlayıp bir molekül boyutundaki beyinlerinde neler olup bittiğini araştırmak hala pratikte pek mümkün değil.

Evrende yolculuk nasıl olurdu?


Böyle bir soruyu ilkçağlarda okyanus kıyısında yaşayan bir kişiye 'bu denizlerin sonuna yolculuk nasıl olurdu' diye sorsaydınız herhalde hayal gücünü bile kullanamazdı. Biz bugün evren hakkında o zamanın insanının dünya hakkında bildiğinden daha çok şey biliyoruz.
Şimdilik bilebildiğimiz kadarıyla evrenin büyüklüğünü daha iyi anlayabilmek için gelin hayali bir uzay aracı ile hayali bir uzay yolculuğuna çıkalım ve içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinin ikizi Andromeda galaksisine bir gidip gelelim.
Tabii bu uzay aracının hızı dünyamızdaki yolcu uçaklarınınki kadar, yani saatte bin kilometre civarında olursa, Güneş'e bile varmak yıllarca sürer. Onun için aracımızın hızının ışık hızı, yani saniyede 300 bin kilometre olduğunu varsayalım. Bu hızı tahayyül edebilmek için bir silahları çıkan merminin hızının saniyede bir kaç kilometre olduğunu belirtelim.
Dünyadan hareket eder etmez, bir saniyeden biraz fazla bir süre içinde Ay'ı sollar, 8 dakika sonra Güneş'te oluruz, Güneş'in sıcaklığından bir an evvel kurtulmak için yolumuza devam edersek 5,5 saat sonra gezegenleri arkamızda bırakarak Güneş istemimizden çıkarız. Buraya kadar 6 milyar kilometre yol gelmişizdir ve geriye dönüp baktığımızda artık Dünya'nın yanında Ay'ı seçemeyiz.
Güneş sisteminden çıkarken rotamızı en yakın yıldıza çevirelim. 4 yıl 3 ay sonra Proxima Centauri'ye varırız. Buralardan artık Güneş sistemimizin devleri Jüpiter ve Satürn de dahil hiç bir gezegen gözle görülemez sadece Güneş sönük bir yıldız olarak gözümüze çarpar.
Madem hayali bir seyahat yapıyoruz, burada geçen ömrümüzün de sınırlı olmadığını kabul edelim. 20 bin yıl sonra içinde bulunduğumuz yıldız grubu Samanyolu'nun sınırına ulaşıp dışarı çıkarız. Burada artık Güneş de gözden kaybolur. Bir kaç yüz bin yıl daha boşlukta gidip geriye baktığımızda 100 milyar yıldızdan oluşan Samanyolu'nu hızla dönen büyük bir girdap gibi görürüz.
İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisine diğer ülkeler mitolojiden kaynaklanan, 'süt' veya 'sütlü yol' anlamında 'Milky way' adını vermişlerdir. Anadolumuzda ise bu yıldızlar topluluğu, saman çalan bir hırsız kaçarken dökülen samanlara benzetilip 'Saman uğrusu' adı verilmiş bu ad zamanla Samanyolu'na dönüşmüştür.
Güneşimiz 4,5 milyar yaşındadır ve Samanyolu'nda bir turunu 220 milyon yılda tamamlar. Yani Güneş, gezegenler ve biz, bugüne kadar galakside 20 turu tamamlamış bulunuyoruz. 22 milyon yıl sonra yirmi birinci tur da tamamlanmış olacaktır. Son tur başladığında dinozorlar dünyada ortaya çıkmışlardı. Bir turda dünyada olup bitenlere bakın.
Dinozorlar 21. tur bitmeden dünyadan silinip gittiler. İnsanlık tarihi ise ancak 200 bin yıl evveline kadar gidebiliyor. Afrika'da bulunan, insanı andıran maymun kalıntıları ise 3,5 milyon yıllık, yani Taş Devri' çizgi filmindeki Fred'in hiç bir zaman bir dinozoru olamadı.
Neyse biz yolculuğumuza devam edelim. Bu arada gözümüze bizim Samanyolu'na benzer başka yıldız grupları da çarpar. Bunlardan en yakın olanına 400 bin yıl sonra ulaşırız. Işık hızı ile yoluna devam eden uzay aracımız 3 milyon yıl sonra Samanyolu'nun ikizi olarak bilinen Andromeda galaksisini de geçerek galaksiler grubunun dışına çıkar ve daha büyük bir boşluğa dalar.
Aslında biz dünyadan baktığımızda bu mesafeden 3-4 bin kat daha uzak gök cisimlerini de gözlemleyebiliriz ama iyisi mi boşlukta kaybolmaktansa artık geri dönelim, evimize varmak için daha 3 milyon yıllık yolumuz var.

F klavye nasıl orya çıkmıştır?


Yazı yazmakta kullanılan klavyeler, genellikle kullanılan dilde en sık
telaffuz edilen harflerin en kolay ulaşılacağı yerlere yerleştirilmesi
ilkesini taşır. Böylece yazı yazan kişi kolaylıkla aradığı tuşları
bulabilir. Q klavyeler İngilizce'ye uygun biçimde tasarlanmıştır. F
klavyelerdeyse, Türkçe söylenişte en sık kullanılan a, e gibi sesli, k, m
gibi sessiz harfler klavyede parmakların en kolay erişebileceği yerlere
yerleştirilir.
Günümüzde kullanılan bilgisayar klavyeleri daktilo kullanılan dönemlerden
kalmadır. Daktilodan bilgisayara geçildiğinde harf diziliminde değişiklik
yaşanmadı. Gerek q, gerekse f klavyeler yazı yazan kişinin belli bir hızda
yazı yazmasına olanak verecek şekilde tasarlanmıştı. Daktilo kullanıldığı
dönemlerde gereğinden hızlı yazmak tuşların kilitlenmesine nende oluyordu.
Bu yüzden çok yavaş yazmak kadar çok hızlı yazmak da istenen bir şey
değildi. En uygun hızda yazmak üzere tasarlanan tuş dizilimi daktilodan
bilgisayara geçildiğinde varlığını korudu.

Feng-Shui nedir?

19 Haziran 2008 Perşembe


Feng Shui Çin'in 3500 yıllık uyumlu bir ortam yaratmak için kullandığı bir yöntemdir.Kelime anlamı ise, "rüzgâr - su" dur. Bu iki güç Çinliler'e göre, yeryüzünün eğimini, şeklini, topografyasını belirler. Feng-Shui metodu yaşanan mekanlardaki enerjiyi, huzur, sağlık ve bereketi sağlamak ve arttırmak üzere değerlendirmeyi amaçlar.

Feng-Shui'ye göre:

  • Yatağı pencerenin önüne koymak yanlıstır. Çünkü cam kırılgandır ve güvensizlik yaratır. Ertesi gün işinizden kovulma endişesi duyarsınız. Kendinizi güvende hissetmezsiniz. Uyumak için önce kendinizi güvende hissetmelisiniz.
  • İmzanızda adınız ve soyadınız mutlaka olsun. Soyadınızı yazmak, atalardan gelen enerjiyi de kullanmanız için gerekiyor. İmza atarken, adınızda geçen g, y ve ğ'lerin kuyruklarını torba gibi yapın, bir süre sonra ekonomik olarak ferahladığınızı göreceksiniz. Harflerin bu kuyruklarına "para torbası" deniyor.
  • Yatak odanıza arada sırada ateşi getirmek için bir mum yakın. Mümkünse bir kaç da çiçek olsun. Metal enerjisini kırmalısınız.
  • Çok önemli bir toplantıya giderken kırmızı iç çamaşırı giyin. Bu sizin enerjinizi artıracak ve daha dinamik olmanıza yardımcı olacak.
  • Önemli biriyle kritik bir görüşme yapıyorsanız, etrafınızdaki sütun ya da üçgenlere sizin değil, onun yüzü dönük olsun. Tehdit altında kalan o olacaktır.
  • Evlerinizde kare değil de, yumuşak hatlı koltuklar kullanın. Eğer koltuklarınızı değiştiremiyorsanız, mutlaka yumuşak yastıklar kullanın. Çünkü evinizde gevşemeniz gerekiyor.
  • Bembayaz bir eviniz varsa, bitkiler kullanmalısınız. Mavili, yeşilli yatak örtüleriyle, su, akarsu posterleriyle değişik bir hava yaratabilirsiniz. Yatağın üzerine yastıklar koyabilirsiniz.
  • Kurutulmuş çiçeklerin de belli bir ömrü var. Uzun süre evlerinizde bulundurmayın. Plastik çiçeklerin de ağaç enerjisi vardır ancak belli bir süre sonra eskir, enerjisini kaybeder.
  • Gümüs takı kullanmak insanı olumsuz yönde etkiler, duygusallaştırır ve ağlama isteği verir. Depresyona yol açtığı için dikkatli kullanın. Altının daha özel ve iyi bir enerjisi vardır.
  • Yatak odasında, yattığınız yerden kendinizi bir aynada görüyorsanız, bu uykunuzu bozabilir. Rüya görmenizi ve dingin uyanmanızı engelleyebilir.
  • Balkonları depo olarak değerlendirmemeli, kullanmalıyız.
  • Florasan ışık insan doğasına aykırıdır.
  • Dijital saatler kalp ritmini etkiler, uyanmak için başucunuzda klasik saatler kullanın.

Fillerin kulakları niçin büyüktür?

Fillerin kulaklarının büyüklüğünün daha iyi işitmeleri ile bir ilgisi yoktur, kulaklar soğutucu görevi yaparlar.
Bilindiği gibi filler çok büyük hayvanlardır ve havanın çok sıcak olduğu bölgelerde yaşarlar. Filin kulaklarında bir çok kan taşıyıcı damar vardır. Bunlar sıcak kanı kulağın yüzeyine taşırlar ve sıcaklığın buradan havaya gitmesini sağlarlar. Böylece hayvancağız kulaklarını oynatarak kendini serinlemiş hisseder.
Afrika filleri çok az ağaç bulunan kurak yerlerde yaşadıklarından kulakları daha büyüktür. Asya'da özellikle Hindistan'da ise fillerin saklanabilecekleri ağaç gölgeleri çok olduğu için oralarda yaşayanların kulakları daha küçük ve üçgenimsidir.
Afrika filleri Asya fillerinden ortalama yüzde 5 daha büyüktürler.
Bugüne kadar yaşayan fillerin içinde büyüklük rekoru 4,10 metre yükseklik ve 10,7 ton ağırlık ile bir Afrika filine aittir. Fillerde dişler yeme değil de savunma amaçlı olup Asya fillerindekiler daha ince ve uzun ama daha hafiftirler.
Filin burnu değişikliğe uğrayarak uzamış, yakalayıcı bir hortuma dönüşmüştür. Bir insanın vücudundaki kasların sayısı 600 iken bir filin gövdesinde 50 bin kas vardır. İnsanda kalp tek bir kastan oluşmuşken gülmek için 17, surat asmak için ise 43 kasın çalışması gerekir. Yani gülmek daha az yorucudur. Fillerin kaslarının 40 bini hortumda bulunur. Bu hortumu ile fil bir ağacı devirebilir, yerdeki bir toplu iğneyi alabilir.
Filleri diğer hayvanlardan ayıran bazı ilginç özellikleri vardır. Örneğin fil zıplayamayan tek memeli hayvandır. Ayrıca fil insanın dışında başı üstünde amuda kalkabilen tek hayvandır.
Filler parmak uçlarına basarak yürürler, çünkü ayaklarının geri taraflarında kemik yoktur, bu bölge sadece yağdan oluşmuştur. Bir günde 30 kilometre yüzebilirler, bu arada hortumlarını şnorkel gibi kullanarak hava alabilirler. Suyun kokusunu 5 kilometre öleden alabilirler ve bir günde 250 litre su içebilirler. Filler, özellikle Asya filleri sakin ve uyumlu hayvanlardır. Ancak bugüne kadar sirklerde ölümcül kazalara aslan ve kaplanlardan çok filler yol açmışlardır.
Fillerin en önemli özelliklerinden birinin kendilerine yapılan bir hareketi unutmadıkları olduğu söylenir. Bu inanış tam doğru değildir. Yapılan deneylerde fillerin zor öğrenen ama bir kere öğrenince ömür boyu unutmayan hayvanlar oldukları saptanmıştır. Kendisine yapılan kötü bir hareketi hiçbir zaman unutmayan hayvan devedir. Kendisini döven kim olursa olsun fırsatını bulduğunda intikamını alır. Dayak yedikten yıllar sonra sahibini öldüren develer görülmüştür. 'Deve kini' tanımı işte bu nedenle kullanılır.

Filmlerde tekerlekler niçin ters döner?

Bunun için önce şunu bilmemiz lazım. Filim kamerası ile fotoğraf makinesi arasında teknik açıdan büyük bir fark yoktur. Fotoğraf makinesinde her deklanşöre basışta film karesine bir görüntü kaydedilir, film kamerasında ise akan film üzerinde saniyede 24 görüntü karesi kaydedilir. Bunu aynı hızda perdeye yansıtırsanız gözümüz arka arkaya gelen karelerdeki küçük farkları algılayamaz, devamlı ve hareketli bir görüntü olarak görür.
Şimdi gelelim filmlerdeki tekerlekler meselesine. Kovboy filmlerindeki at arabalarının veya trenlerin tekerlekleri aracın hareketi ile ileriye doğru dönmeye başlar. Aracın hızı arttıkça perdede görüntüdeki tekerleğin dönüş hızı gittikçe yavaşlar, bir an durma noktasına gelir ve sonra araç ileri doğru gitmesine rağmen tekerlekler tersine dönmeye başlarlar, daha doğrusu gözümüze öyle görünürler.
Tekerlekleri saniyede 24 defa dönen ve hızla giden bir at arabasını düşünelim. Bunu saniyede 24 kare çeken bir kamera ile görüntülersek her kare tekerleğin aynı pozisyonunu aynı noktada görüntüleyeceği için gözümüz tekerleği duruyormuş gibi algılar.
Tekerleklerin dönüş hızına bağlı olarak filmin her karesi tekerleğin tam tur atmamış halini görüntülerse bu sefer de tekerlekler geri dönüyormuş gibi görünürler. Gerek at arabaları ve gerekse trenlerde tekerleğin merkezi ile çevresi arasında bağlayıcı elemanlar olduğundan bunların pozisyonları ve sayıları daha değişik dönüş hızlarında da benzer görüntüyü vererek gözü iyice yanıltır. Bu tekerlekler düz daire şeklinde bir kapakla kapatılmış olsalar bu görüntü yanılgısı olmayabilir.
Sinema konusunda en çok merak edilenlerden biri de sessiz sinema zamanındaki eski filmlerde insanların niçin hızlı hareket ettikleridir. Aslında bunun iki nedeni vardır. Birincisi ilk filmlerin saniyede 16 görüntü geçecek şekilde çekilmesidir. Bunlar günümüzün saniyede 24 görüntü veren makinelerinde oynatıldığı zaman hareketler neredeyse yüzde elli hızlanmaktadır.
Diğer sebep ise eski filmlerin çoğunluğunu oluşturan komedilerin bu şekilde gösterilmesinin filmi daha gülünç kılmasıdır. Bu nedenle o zamanlarda, yani 1915 yılı civarında bile bazı komedi filmleri düşük hızda çekilir, saniyede 16 görüntü hızıyla oynatılarak karakterlerin daha komik görüntü vermeleri sağlanırdı. Günümüzdeki filmlerde bile bazen karakterler hızlı hareket ettirilerek komedi, yavaş hareket ettirilerek romantizm veya daha fazla şiddet etkisi yaratma yollarına başvuruluyor.

Floresan lambalar niçin daha ekonomiktir?

Floresan lambalar ilk olarak 1939 yılında, NewYork Dünya Fuarı'nda "General Electric" tarafından sergileni. Amerikan evlerinin elektrikle ayınlatılmasından yaklaşık 60 yıl sonra oortaya çıkan floresan lambanın bilinen ampül ile savaşı günümüze kadar sürdü.
Aynı evin içinde banyoda yumuşak ışığı ile floresan galip gelebilirken, yatak odasında mücadeleyi rpmantik ışığı ile ampül kazandı. Uzun mücadele sonunda zafer floresanın oldu. Bunun esas sebebi ise evlerdeki tercihin değişmesi değil, elektrik giderlerinin azaltılaması gereken yoğun yaşamın olduğu işyerleri ve okullardı.
18 Watt'lık bir floresan lamba, 75 Watt'lık bir ampül kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az enerji sağlayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Piyasa satış fiyatları daha yüksektir ama en az on misli daha uzun ömre sahiptirler. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri yormaz.
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine baıldığında, transformerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki civayı buharlaştırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ültraviyole ışınları saçmaya başlar. Bu ışınları da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.
Floresan lambalar ilk açılışları sırasında çok elektrik çekerler. Halbuki bu miktardaki enerjiyi bir saatlik açık durumdaancak harcarlar. Ayrıca çok sık açıp kapama ile ömürleri de kısalır. Örneğin tipik bir floresan lamba devamlı açık bırakıldığında 50 bin saat çalışabilir. Üç saatlik aralarla kapanıp açıldığında ömrü 20 bin saate düşer. Sonuç olarak floresan lambaları bir saat sonra açacaksanız hiç kapatmamanız daha ekonomik olabilir. Normal ampüllerde açılıp kapamanın ciddi bir etkisi yoktur.
Bazı insanların floresan tipi ışıklara duyarlıkları vardır. Aslında ayırt edemeyiz ama floresanın ültraviyole içeren arkı saniyede 120 kez çakar. Işığın bu frekansı bazı insanlarda migren denilen baş ağrıları yaratabilir. Bu titreşimleri lambaya doğrudan baktığınızda göremezsiniz ama gözünüzün köşesinden baktığınızda görebilirsiniz.
Evlerdeki çiçekler genellikle yeşi yapraklı olup, ışığın kırmızı ve mavi kısmını absorbe ederler. Mavi onlar için özellikle önemlidir. Ampul ışığında mavi renk çok azdır. Bu nedenle evdeki çiçekler için floresan lambalar daha faydalıdır.